6 Haziran 2016 Pazartesi

Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 5) (*)


Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 5)


Son Bir Nefes: Çerkez İsyanın Tekrar Değerlendirmek 

1921 kışında Kuva-yi Milliye kuvvetleri Sakarya Nehri gerisinde siperdeyken, Güney Marmara’da Çerkes ileri gelenlerinin oluşturduğu gizli bir ittifak oluşmaya başlamıştı. 24 Kasım 1921’de yirmi iki Çerkes İzmir’in merkezinde bir kahvehanede toplandı. Çoğunluğu Adapazarı, İzmit, Karamürsel, Kandıra, Bilecik, Geyve, Bursa, Gönen, Erdek, Bandırma ve Balıkesir gibi Güney Marmara illerinden ya da köylerinden gelmişti. Ayrıca Hendek, Düzce, Manisa, Aydın, Eskişehir ve Kütahya’dan da temsilciler bulunuyordu. Çoğunluğu Anzavur’un direniş hareketinde ön saflarda yer almışken, bir kısmı 1919/1920 isyanlarında arka planda kalmışlardı.
Önceleri Kuva-yi Milliye ve İTC’nin önde gelen kişiliklerinden olan Çerkes Reşit de, kardeşi Ethem gibi bu toplantıda yer aldı (58).  Toplantının sonunda kendilerini Şark-ı Karip Çerkesler’i Temin-i Hukuk Cemiyeti temsilcileri olarak tanıtan kişiler, “Çerkes Milletinin Süper Güçler ve Uygar Dünya’ya Genel Bildirisi” başlıklı bir belge sundular.  Kısım kısım şu şekilde devam ediyordu:

Kongre formatında gerçekleştirilen bu toplantı, ulusal haklarını Büyük Savaş’ın sonunda büyük güçler tarafından belirlenip açıklanmış ulusal prensiplere bağlı bir azınlık olarak ele almaktadır. Temsilciler, ulusal taleplerini iletmiş ve savaşı kaybeden ülkeleri bu hakları kabul etmeye zorlamak konusunda fikir birliğine varmış olan Müttefik Güçlere, özellikle Yunan Hükümetine, sığınacaklarını açıklamışlardır. (…)
Bugün Anadolu’da yerleşik olan Çerkes nüfusu en az iki milyondur. Çerkesler ulusal geleneklerini, dil, adetler, duygular ve medeniyet yoluyla korumakta ve sürdürmektedirler. Çağdaş medeniyetler ailesinde yer almakta olup, beyaz ırkın ve seçkin Aryan ailesinin bir parçasıdırlar (…)
Anayasanın kabulünden 13 yıl önce Türk yönetimi doğru politikalardan yoksun kalmıştır. Türkçülük ve Turancılık akımlarını benimseyen Türk yöneticiler, Türkleştirme yöntemiyle çok sayıda Osmanlı ulusuna yönelik hatalı bir tedhiş politikası izlemiştir. Ulusların yok edilmesi ve Türk olmayanların can güvenliğini ortadan kalkmasıyla Çerkesler, tamamen kendilerini koruma amacından kaynaklanan bir mağduriyetle harekete geçmişlerdir. Süregelen felaketler, Çerkesler’in kendilerini korumaya yönelik bir ulusal hedefe yönelmelerine neden olmuş ve kendilerini Çerkes ulusunun toplu kıyımına karşı silahlı bir direniş oluşturmaya adamışlardır.
Bu nedenle Çerkesler, kıymetli evlatlarından binlercesini kaybetmiştir. Mülkleri ve evleri çalınmış, köyleri yakılmıştır. Kısaca Çerkesler, kendilerine bir sığınak tahsis edilmemesine ve mülklerine zarar verilip el konulmasına rağmen savunma durumunda olmuşlar ve olmaktadırlar. (…)
Kurtarılmayacaklarını gördükten sonra, Çerkesler doğru bir karar vermiş ve doğal olarak kendilerini işgal bölgesinde koruma sözü veren Yunan ordusuna katılmışlardır. ( Arnavutluk ve Arap Devletleri’nin de daha önce aynı nedenlerle yabancı kurtarıcılar aradıklarına şüphe yoktur.) Bir buçuk yıl boyunca mücadele eden ve milyonlarca masum Müslüman ve gayri müslimin hayatını kurtaran bu Çerkesler hizmetlerinden dolayı övgüyle anılmalıdır.
Uluslarar asında en yüksek medeniyet ve insanlık düzeyine sahip olan anlayışlı Yunan hükümeti, Çerkesler, Ermeniler ve özellikle Rumlar arasında hiçbir fark gözetmemektedir. Çerkes sığınmacı ve mültecilere yer ve maddi yardım sağlayarak onları refaha kavuşturmuştur.
Bu dilekçenin amaçları:
A-     Ulusal varoluşumuzun tanınması.
B-     Seküler Çerkes toplumunun sürekli bir tehdit altında yaşadığının bilinir kılınması.
C-      Çerkeslerin, Yakın Doğu’daki Çerkesleri Türklerin günahlarından korumak amacıyla, barışçıl bir şekilde Yunan koruması altında yaşama taleplerinin bildirilmesi.

Belgenin sonunda imza veren tüm katılımcılar kendilerini bir kabile adıyla ( Pşev, Çule, Ançok ve Bağ gibi) ve temsil ettikleri bölgeyle tanımlıyordu. Kesin bir bölge talebinde bulunulmasa da, bu özerk bölgenin merkezi, muhtemelen Güney Marmara kıyısındaki Balıkesir bölgesi olacaktı (60).

Daha sonra İngiltere, Yunanistan ve Fransa’deki temsilcilere gönderilen bu bildiri, Güney Marmara’daki Çerkes direnişinin politik ve sözlü temsiline dair büyük bir hareket olması nedeniyle çok dikkat çekiciydi. Anzavur’un mücadelesini Kuva-yi Milliye karşıtı olarak tanımlayan popülist iddialar ortadan kalkmıştı. Bu çağrının yazarları Pomak, Çetmi ya da Arnavut muhacirler gibi diğer muhalif gruplarla ortak bir yönetim oluşturmak yerine, Güney Marmara’daki diğer grupların (Rum ve Ermeniler hariç) varlığını yadsıyarak, yalnızca Kuzey Kafkasyalıların durumunu tartışıyordu. Aynı Anzavur gibi, bu kongrenin katılımcıları da kendilerini İTC hükümranlığında daha da yoğunlaşan, uzun bir istismar hikâyesinin merkezine koyuyorlardı. Fakat Anzavur kendini asla,  en azından resmi olarak, ne tam olarak bir Çerkes hareketinin lideri ne de ayrılıkçılık taraftarı olarak tanımlamamıştı.

Büyük güçlere yönelik bu talep tasarısı bizatihi, kongre delegelerinin mücadelelerinin uluslararası içeriğinin farkında olduklarının göstergesiydi. Bu taleplerin tabanında, belgenin yazarları tarafından Büyük Britanya ya da Fransa’dan çok daha büyük bir gücün mevcudiyetinin kavranması yatıyordu: uluslararası hukuk. Bu nedenle, Türkleştirme politikası ve Kemalist hareketin zorlamaları, şiddet ya da insanlık dışı eylemlerinden ziyade, Çerkes “azınlığın” “sivil ve politik hakları”nın ihlali anlamına da geliyordu. Korunma ve bunun uzantısı olan özerklik talebi, direkt olarak Woodrow Wilson’un On Dört Prensibi’nin on ikincisini çağrıştırıyordu. Çerkesler bu taleplerin geçerliliğini, kendilerinin Avrupalı güçlerle uzak emsal olmalarına bağlıyordu. Belgede, “medeniyet”in en yüksek kademesindeki “beyaz Aryan ırk” mensubu oldukları ve cebren Doğu’ya sürüldükleri belirtiliyordu. Müslüman olmalarına rağmen, Çerkesler seküler (ve görünüşe bakılırsa demokratik) bir yönetim sistemi taraftarıydı. Bu beyan, Batılı medyada ve politik münazaralarda çoğunlukla karikatürize edilen prototipik “bağnaz” ve “despot” Doğulu figürüne tezat bir vurgu yapıyordu (61).

Sözün özü, Güney Marmara’da 1920-1922 yılları arasında değişen politik iklim, bölgedeki bu muhalif ileri gelenlerin, eski sorunlara karşı yeni bir yaklaşım göstermelerine ön ayak oldu. Kuva-yi Milliye muhalefetlerinin çekirdeğinde kendi yerel otorite ve etkilerini muhafaza etme olgusu bulunsa da, işgalin başlaması bu muhalefet ifadesinin çıkış noktasını ve mekânını değiştirdi. Kuva-yi Milliye yok olmuştu ve İstanbul’da İngiliz birliklerinin denetiminde faaliyet gösteren Osmanlı hükümetinin en güçsüz olduğu bölge Güney Marmara’ydı. İşgalin birinci yılında, Çerkes ileri gelenleri Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısız olacağını ve kolektif kaderlerinin Yunanların elinde güvende olduğunu düşünmeye başladılar.

Mücadele artık bölgenin geleceği ve bu gelecekte Çerkes seçkinlerinin oynayacağı rol ile ilgiliydi. Kuva-yi Milliyeciler tarafından yürütülen mücadele gibi, bu da yalnızca savaş meydanında değil, müzakere masasında kazanılması gereken bir savaştı. Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti, Kuva-yi Milliyeci hareketin birincil bürokratik organı olan Müdafaa-ı Hukuk gibi, halka tamamiyle hitap eden bir örgüt değildi. Bölgenin ileri gelenleri tarafından, halk tarafından seçilmeksizin oluşturulmuş bir heyetti. Kanıtlar gösteriyor ki, bu ileri gelenlerin temsil ettiklerini iddia ettikleri Çerkes toplulukları, bu karardan kongre dağıldıktan sonra ancak haberdar olmuşlardı (62).

İngiliz saha raporları, 1920’nin Ocak aylarında, Yunan koruması altında özerk bir Çerkes bölgesinin kurulmasını isteyen Güney Marmaralı Çerkesler’in oluşturduğu bazı yerel girişimleri işaret ediyordu (63). Yunan işgal kuvvetleri ise Kuzey Kafkasyalı isyancıların taleplerine daima hassasiyet gösteriyorlardı ve bazı Çerkes ileri gelenlerini, Osmanlı-Yunanistan sınırında “Kazaklar” gibi vazife görmeleri için Trakya’ya yerleştirme planları yaptıkları söyleniyordu (64). Ancak hem bölgedeki hem de Londra’daki İngiliz görevliler, Çerkes kongresinde yayınlanmış olan bu bildiriye bir nevi saçmalık gözüyle bakıyordu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği başkanı Sir Horace Rumbold Çerkesler’in Anadolu’da “etnik bir azınlık” olarak özel bir muameleyi hak etmediklerini ve birçok Çerkes’in Yunan hâkimiyeti altında olmayan bölgelerde yaşamaları nedeniyle Yunan korumasının imkânsız olduğunu kesin olarak belirtti. Ayrıca Londra’daki bir görevli de “örgütün bu açıklamasının oldukça bariz bir Yunan propagandası olduğunu” söyledi. Herkes, Çerkesler için “özel” bir şey yapılamayacağında ve sonuç olarak Çerkesler’in (Yunan ve Ermeniler gibi) savaşın ardından yapılacak bir genel hükümet affına itimat etmek durumunda olduğunda hemfikir gibi görünüyordu (65).

(*) Devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder