24 Ocak 2016 Pazar

Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 2) (*)


Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar
Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 2)


İstisnai Muhacirler: Uzun 19. Yüzyıl Boyunca Kuzey Kafkasyalılar

Ayrılıkçı Çerkes güçlerinin Kurtuluş Savaşı sırasında başlattıkları isyan, üç tarihi tecrübeye dayanıyordu. Kuzey Kafkasyalılar’ın 19. yüzyılın ortasında topluca Güney Marmara’ya gelişi toprak hakları, yerleşim ve toplumsal ilişkilerinin yeniden tanımlanmasıyla beraber büyük bir sosyal karmaşaya yol açmıştı. İkinci bir kırılma noktası da, I. Dünya Savaşı sırasında Kuzey Kafkasyalılar’ın seferberliğiyle ortaya çıktı. Savaş zamanı Osmanlı hükümeti, Osmanlı gizli servisi Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarını  Kuzey Kafkasya Diasporası’ndan seçmişti . İttihat ve Terakki’nin savaş dönemi politikaları, Çerkesler’i Osmanlı toplumuna entegre etmekten ziyade bölgedeki  Çerkes önde gelenlerinin ve çetelerinin özerk yapılarını kuvvetlendirdi,  ki bu iki yapının Genç Türklerle ilişkisi pek kuvvetli olmadığı gibi, temkinliydi de. 1918’de alınan mağlubiyet bölgedeki birçok Çerkes için bardağı taşıran son damla oldu. Aksine görüşler olsa da Güney Marmara bölgesi Çerkes liderleri, Mustafa Kemal’in Kuva-yi Milliye Kuvvetleri’ni, ekonominin ve milletin mahvından sorumlu tuttukları İttihat ve Terakki’nin kalıntılarının bir paravanı olduğunu düşünüyordu.

Önce, Güney Marmara Çerkesleri’nin Kuva-yi Milliye’ye karşı direnişi Ahmet Anzavur isimli yaşlı bir jandarma tarafından yönetilen bir halk isyan haline geldi. Bölgenin ileri gelenlerinden, sarayla güçlü bağlara sahip Anzavur, Kuva-yi Milliyecilere karşı bir dizi popülist talep sıralayarak, Çerkesler, Göçmen Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ve Aleviler’den oluşan geniş çaplı bir koalisyon oluşturdu.  Bu kararlı köylü direnişinin başarısızlığa uğraması ve 1920-22’deki Yunan işgali; birçok Çerkes ileri gelenini İTC’nin gücü tekrar eline almasına engel olacak alternatif bir saha aramaya itti. 1921 kışında Güney Marmara’da ortak bir Çerkes-Yunan devleti için lobi yapma kararı, halkın desteklediği,  halkçı ve hatta kitlesel milliyetçi bir çabaya dahi dayanmıyordu. Aksine, Anadolu’da özerk bir Müslüman Çerkes bölgesi kurma niyeti; Batı işgal otoriteleriyle, kendileri için bölgesel anlamda etkili bir pozisyon kazanmak isteyen Anzavur’un bir kaç halefi arasında siyasi bir çıkar birliğinin sonucuydu. İTC’nin Güney Marmara’da tekrar güç kazanmasını engellemek için 1922’de yapılan ikinci girişimin başarısız olması, bölgedeki binlerce Çerkes’in sürgünü ve ölümü ile sonuçlandı.

Kuzey Kafkasya halkları ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişki, Kuzey Kafkasyalılar’ın 19. yüzyıl ortalarındaki toplu göçünden çok daha önceleri ortaya çıkmıştı. Karadeniz çevresi köle pazarlarında satılan binlerce Kafkasyalı kadın ve erkek (özellikle Adigeler ve Abazalar), Osmanlı İmparatorluğu  haremlerinde, saraylarda ve kışlalarında çalışıyordu. Birçoğu Osmanlı Devleti’nin kademelerinde yükselerek, devletin en önemli kişilikleri haline geldiler. Rus istilası ve bunun sonucunda on binlerce Kuzeybatı Kafkasyalı’nın ülke dışına atılması, Osmanlı İmparatorluğu Çerkes diasporasının yapısını da değiştirdi. Nihai rakamın tahmini zor olsa da, uzmanlar 1859-1914 yılları arasında Osmanlı topraklarına 2,5 milyon kadar Kuzey Kafkasyalı’nın girdiğini tahmin ediyorlar (7). I. Dünya Savaşı’nın çıktığı tarihte, Çerkes diasporası Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Kürtlerin sayısına eşit ya da daha fazlaydı (8).

Kuzey Kafkasyalı mültecilerin Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşimi belli bir plan çerçevesinde gerçekleştirildi. Göçmenler yoğunluklu olarak Osmanlı Devleti için yüksek stratejik öneme sahip olarak oluşturulmuş bölgelere yerleştirildi. Bu bölgeler başkenti ve başkentin İç Anadolu’yla olan haberleşme hatlarını da içine alan Güney Marmara’yı da içeriyordu. İstanbul, “savaşçı” Kuzey Kafkasyalıları Kosova, Bulgaristan ve Doğu Anadolu gibi diğer yerleşim bölgelerinde, önemli askeri rakipleri olan Rusya, Avusturya-Macaristan ve Balkan devletlerine karşı tampon nüfus olarak kullanmayı planlıyordu. Bu Müslüman muhacirler, sadık bir şekilde sağladıkları askeri destek ile Güney Marmara gibi bölgelerdeki yerli Osmanlı Hıristiyanlarının oranının düşmesine yardımcı oldular (9).

Çerkes mültecilerin gelişi Karesi, Kale-i Sultaniye, Hüdavendigar, İzmit ve Adapazarı bölgelerinde büyük huzursuzluk yarattı. Yeni ziyaretçileri yerleştirmek üzere yeni köyler inşa edildi. Diğer yandan, bu muhacir akınının yolunu açmak üzere eski köyler ve mahallelere el koyuldu. Her şekilde, Çerkesler’in yerleşimi çok büyük arazilerin asıl sahiplerinin elinden alınmasına (ya da çalınmasına) neden oldu (11).  Bu muhacirlere yapılan maddi yardımlar da (çoğunlukla yiyecek, tohum ve tarımsal araç-gereç şeklinde) yerleşik halkın zararınaydı. Bunların ötesinde Çerkes yerleşimciler gittikçe suygunculuk, hırsızlık ve şiddetle anılmaya başlamıştı. Bölgedeki Osmanlı yetkililerin raporları devamlı olarak, kırsal Çerkesler’in yaygın milis faaliyetlerinden bahsediyordu. Bütün köyler, ana yollar üzerindeki varlıklı tüccarları soyan, toprak çalan ve kiralık cinayetler işleyen çetelere destek ve takviye sağlıyordu.
Bu büyük ölçüde fakir olan Kuzey Kafkasyalı toplumların yerleştirilmesini müteakiben oluşan sosyal bozulma 20. yüzyılın başında da yatışmadı. Yerel halk ve muhacir Çerkesler arasındaki gerilim savaş süresince devam etti ve Biga, Gönen, Manyas, Adapazarı, Karacabey ve Kirmastı gibi bölgelerin yerel politikasını belirledi.

Bir çok mülteci bölgenin ekonomik ve sosyal ortalaması içinde yaşamaya devam etmesine rağmen, Kuzey Kafkasya diasporasının kimi üyeleri, Güney Marmara’daki ekonomik hayatın ve yönetimin çeşitli seviyelerde parçası oldular. Bazı muhacir aileleri belirli bölgelerde yerel bir ün elde etti (İzmit ve Adapazarı’nda, Abhazya’dan Maan, Koç ve Bağ aileleri gibi) ve bölgesel yönetimde bazı görevlere atandılar. Bu yerel seçkin sınıfın kimi üyeleri İstanbul’da, çoğunlukla başkentte yaşayan ve çalışan akrabaları sayesinde, yüksek statülü görevlerde bulunmaktaydı. Birçok Kafkasyalı, özellikle at yetiştiriciliği ve satışı yaparak, yerel ekonominin temel kesimlerine katkıda bulundu. Diğerleri varlıklı kişilerin özel ordularında piyade olarak ya da bağımsız çetelerde çalıştılar. Milis hayatı seçenlerin bazıları, yerel polis kuvvetlerine ya da orduya girerek devletin güvenlik hizmetlerine katıldılar.

Kuzey Kafkasya diasporasının Güney Marmara’da durumlarını belirleyen etkenler kendi içlerinde taşıdıkları etnik ya da dilsel farklılıklardan ziyade, sınıf ve sosyal statüleriydi. I. Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz bir temsilci tarafından yazılan raporda, Anadolu’daki Kuzey Kafkasya diasporası şu şekilde betimleniyordu:

Konstantinopolis ve diğer şehirler başka bir Çerkes sınıfı oluşturdu. Sadakatleri ve İmparatorluğun hareminde kadın ilişkilerinin (yaren ya da eş olarak) etkisi, birçoğunun orduda ve sarayda yüksek mevkilere yükselmesini sağladı. Konstantinopolis ve Kahire’nin önde gelen ailelerinin hatırı sayılır bir bölümü, her halükarda Çerkes kökenliydi. Duygusal olarak çoğunlukla ortalama bir Türk’ten daha Türk’tüler ve kendilerini ayrı bir halk olarak görmüyorlardı.
Birçok suikastçı, gizli ajan ve Türk politikacılar için çalışan diğer fedailer (milisler/çeteler), kent soylu Çerkesler’in daha az saygın sınıflarına mensuptu. Cesaret ve bağlılıkları bu tarz işlere uygundu. İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi insanların ellerindeki Çerkesler, bireysel olarak tehlikeli birer araç haline gelebilirdi (12).

Bu anonim İngiliz gözlemci birçok açıdan haklıydı. Kuzey Kafkasyalı kent şeçkinleri Osmanlı İmparatorluğu’nda başkentte ve diğer şehirlerde eşit sayılan ilk zümreydi. Çerkes olmayanlarla birlikte okula devam ettiler ve Osmanlı Devleti’ne diğer seçkinlerle aynı sadakati (ya da sadakatsizliği) gösterdiler. Madalyonun diğer yüzünde ise daha aşağı sınıflardaki Kuzey Kafkasyalılar bulunuyordu. Şehirde ya da kırsalda da yaşasalar, “daha az saygın” olan bu Çerkesler ordu ya da jandarma teşkilatına (ve daha sonra Osmanlı gizli servisine) eleman sağladılar. Kuzey Kafkasya diasporasındaki en olumsuz halk algılarını oluşturan, sosyoekonomik yelpazenin bu bölümüydü (13).

Fakat Çerkeslerde yaşanan bu sınıfsal ayrışma, İngiliz diplomatın gözlemlediğinden daha ayrıntılıydı. Gelir ya da meslekten ziyade,  Osmanlı toplumunun sınıfsal bölümlenmesinin temelinde eğitim yatıyordu. Eğitim, gelişmiş profesyonel bakış açılarına destek veren ve başkent ve diğer şehirlerdeki etkili güç çemberlerine ulaşıma olanak sağlayan sosyal ağlar yarattı. Buna ek olarak, giyimden tavırlara ve inanç sistemlerine kadar kültürel beğenilerin değişmesine neden oldu.

20. yüzyılın başlarında İstanbul, Güney Marmara’da yaşayan Çerkesler’in askeri potansiyeline dikkat kesildi. Sultan 2. Abdülhamit’in hükümdarlık döneminde (1876-1909), Osmanlı Devleti Kuzey Kafkasyalı nüfusu askeri hizmet yoluyla devlete bağlamak için çok hevesliydi. Yapılan planlardan biri, Kuzey Kafkasyalı tarım kölelerini, onları azat etmek karşılığında askere almak ve sahiplerine maddi bir ödeme yapmaktı (14). Ordu ve jandarma teşkilatında Kuzey Kafkasyalı görevlilerin imtiyazlı ve eşsiz hissetmeleri sağlanıyordu. Jandarma teşkilatı ve orduda özel birimler halinde teşkilatlanmışlardı ve “geleneksel giysilerini” (özellikle geniş kürklü bir başlık olan kalpak ve üzerinde fişeklik olan uzun bir üstlük) giymelerine izin veriliyordu. En önemlisi de birçok birim, aynı şehirde yaşayan ve bir bölge ya da “kabile” ileri geleninin komutası altında, aynı geniş ailenin mensupları tarafından oluşturulmuş bulunuyordu.

Fakat bu silah altına alma politikası tümüyle rassal görünmüyordu. Kuzey Kafkasyalılar’ın devletin güvenlik kuvvetlerinde görevlendirilmesinin merkezinde ikincil ve profesyonel ağlar vardı. Kademelerinde görevlendirmek üzere Güney Marmara’ya özel bir öncelik veren Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşuyla, bu ağların içsel çalışmalarını anlamış bulunuyoruz. Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından olan Hüsamettin Ertürk anılarında Gönen, Adapazarı ve Kandıralı Çerkes “er ve subayların” özellikle Irak hizmeti için görevlendirildiğinden bahsediyor (15).  Fakat bir kısmı Osmanlı’nın savaş taarruzunun en can alıcı ve en gizli noktalarında görev almış olan bu Çerkesler, Türk Kurtuluş Savaşı’nın patlak vermesiyle birbirlerine karşı silaha sarıldılar.

İstanbul Askeri Mahkemesi’nde 1919 öncesinde sunulan tanıklıklar, devletin Güney Marmara’daki görevlendirme politikasıyla ilgili bazı ayrıntıları açığa çıkarır niteliktedir. Karesi Mutasarrıfı Musa Bey bir telgrafta, Balıkesir Livası’ndaki “çetecilerin askere alınmasıyla ilgili şu yorumları yapmıştı:

Proje, Çetecilik yapabilecek olan iki yüz kadar mahkum ve Çerkes ihtiyacının sağlanmasıyla başladı. (…) Karesi’de Kafkas ırklarından yalnızca Çerkesler bulunuyor. Lezgi, Çeçen ya da Gürcü bulunmuyor.  Rusça konuşan ya da Kafkasya’yı bilen ve ziyaret eden neredeyse kimse yok. (…) Eğer orduda ya da arka planda muhariplik ya da çetecilik yapacak bu özelliklere sahip Çerkesler isteniyorsa, bir kaç yüz–üç yüz, dört yüz- kişi bulmak mümkündür. Eğer propoganda maksadıyla belirli sayıda kişi isteniyorsa, Kafkas illeriyle konuşup, anlaşacak beş ila on kişi bulunmaktadır. (…) İsimleri ve menşeleri listelenmiş bu kişiler çok saygın ve müzakere yetenekleri olan kişilerdir (16).
Bu belge, Doğu Anadolu ve Kafkaslardaki sivil halka uygulanan şiddetten ve bundan kimin sorumlu olduğundan daha fazlasını anlatıyor. Bu tarz yazışmalar, Musa Bey gibi yerel yöneticilerin bu şekildeki operasyonlar için ne çeşit adamlar istediklerini ve nereden ve kimlerden elde edeceklerini kesinkes bildiklerini ortaya çıkarıyor. Başka bir deyişle, “çetecilik” gibi akıl çelen bir görevin içinde yer almak üzere seçilmiş adamlar rassal olarak belirlenmiyordu; ya ünleri sayesinde ya da öneriler doğrultusunda önceden tanınıyorlardı ve nitekim birinin yetkisi ya da otoritesi altına giriyorlardı.

Bu piyadelerin İTC’nin; İngiltere, Rusya ve Osmanlı Hıristiyanlarına karşı olan gizli savaşında görevlendirilmesinin sorumluları çoğunlukla Güney Marmara’daki özel çetelerin liderleriydi. Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevlendirilen birçok bölgesel nüfuzlu adamın adını biliyoruz: (Ançok) Ahmet Anzavur, (Süngülü) Davut, Şah İsmail, (Maan) Ali, (Maan) Şirin, Çerkes Bekir Sıtkı, Çerkes Reşit ve kardeşi Ethem. Fakat bu isimlerin birçoğu daha çok, başkentteki çok daha etkili Çerkes görevlilerin aracısı konumundaydı. Adı geçen tüm bu kişiler, İTC ile yakın ilişkide olan Çerkes görevliler tarafından görevlendirilmişti ya da onların hizmetinde bulunuyorlardı. Donanma Komutanı (Çinge) Hüseyin Rauf Orbay Çerkes Reşit’in eski bir arkadaşıydı. Şirin ve Ali, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu Eşref Kuşçubaşı’yla birlikte askerlik yapmışlardı. Ahmet Anzavur Teşkilat-ı Mahsusa’ya; Rauf Orbay gibi önde gelen Kuzey Kafkasya muhacirlerinden oluşan bir grup olan Şimali Kafkas Cemiyeti vasıtasıyla tanıştığı (Met Çanatuka) Yusuf İzzet sayesinde girmişti (17).


Bu adamlar 1918 yılındaki savaştan mağlup olarak döndüklerinde, Güney Marmara’nın büyük bölümünde zorluk ve acıyla karşılaştılar. Açlık kol geziyordu, Mudanya gibi çoğu yerde, insanlar yemek için ot toplamak zorunda kalıyordu (18). Bölge yüz binlerce mühacir için sürgün ve muhafaza noktası haline gelmişti. İzmit, Adapazarı, Balıkesir, Lapseki, Orhangazi, Armutlu, Mudanya ve Ezine’deki Ermeniler, Yunanlar, Boşnaklar ve Arnavutlar evlerinden zorla çıkarılarak Güney ve Doğu Anadolu’daki noktalara sürüldüler. İtilaf Devletleri’nin devam eden saldırıları, on binlerce muhaciri Osmanlı hükümetinden yardım istemek zorunda bıraktı, birçoğu Güney Marmara’ya tekrar yerleştirildi. Osmanlı ordusunda firarlar ve atlı jandarmaların Güney Marmara’dan çekilmesi sebebiyle, 1917 ve 1918 yıllarında bölgede hırsızlık ve eşkıyalık olaylarının çok yüksek oranda artmasına neden oldu. İstanbul’un bölgedeki kontrolü azalınca bütün iller ve köyler, bölge ileri gelenleri, çete liderleri ve diğer nüfuzlu adamların etkisi altına girdi.

(*) Devam edecek