15 Kasım 2015 Pazar

ADI ÇIKMIŞ BİR TEBAA, GÖRÜNMEZ VATANDAŞLAR KUZEYBATI ANADOLU’DA TÜRK MİLLİ HAREKETİNE KARŞI KUZEY KAFKASYALI DİRENİŞİ, 1919-23 (Bölüm 1) (*)


Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 1)

Yazan: Ryan Gingeras


Günümüz İstanbulluları için, Marmara Denizi’ni aşarak güneye yapılacak bir seyahatin korkutucu bir yönü olmadığı gibi pek bir özelliği de yoktur. Güney kıyısı genellikle, liman kentleri Yalova ya da Çanakkale’de dinlenmek ya da gezi yapmak isteyenler için günübirlik bir seyahat noktasıdır. Güney Marmara Kıyıları aynı zamanda daha ılıman ve rahat iklimli güneyde yer alan Kuşadası ve Foça gibi tatil beldelerine giden  yolcular için bir mola noktasıdır.  Bölge, Kürt gerillalardan oluşan bir direnişin can almaya devam ettiği Van, Diyarbakır ya da Mardin gibi Doğu Anadolu’nun en uç bölgeleriyle büyük bir tezatlık oluşturmaktadır.

Fakat Marmara’nın güney kıyısında bulunan bölgelerin sükûnet ve istikrarı her zaman bu kadar garanti altında değildi. Çok uzak olmayan bir geçmişte Türk Kurtuluş Savaşı’nda; bugünün eski askeri karargâh şehri Çanakkale’den, İzmit ve Adapazarı’nın sanayi bölgeleri ve gecekondularına kadar uzanan bu kıyı şeridi, acı bir toplumlar arası mücadeleye sahne olmuştu. 1919 ve 1923 yılları arasında bölgesel çete ve milisler, Güney Marmara il ve köylerinin sadakatiyle şiddetli bir çatışmaya girdiler (1). 

Bu mücadele aynı zamanda, Anadolu’nun akıbeti üzerindeki en büyük anlaşmazlığa, yani Mustafa Kemal komutasındaki Kuva-yı Milliye’yi, padişah yanlısı İstanbul hükümeti ve İngiliz ve Yunan profesyonel askerleriyle karşı karşıya bırakan bir anlaşmazlığa ayna tutacak nitelikteydi. Savaşın bitimine yakın, Kuva-yi Milliyeciler’in bitkin olduğu bir vakitte, bölgenin ileri gelenleri arasında Güney Marmara’da ayrılıkçı bir bölgeye dair planlar dolaşmaya başladı. Mustafa Kemal’in İzmir’e girişine müteakiben, Yunan ordusuna karşı Sakarya Nehri boyunca yürütülen büyük çaplı bir Kuva-yi Millliyeci karşı atak bu planları sona erdirdi ve Güney Marmara bölgesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin ayrılmaz ve güvenli bir parçası olduğunu kesinleştirdi (2).

Milliyetçilik, toplumlar arası şiddet ve ayrılıkçılık Osmanlı ve Türk tarihçiliğinin içine işlemiş konulardır. Fakat Anadolu’yu baz alırsak, bu konular hakkında yapılan herhangi bir tartışma, büyük oranda “olağan şüpheliler” olarak seçilmiş bir grupla sınırlandırılmış durumdadır. İhanet suçu; çoğu zaman Doğu Anadolu’daki milliyetçi direnişler, Yunan işgali ya da İtilaf Devletleri’nin kaybedilen toprakları geri alma planlarıyla ilişkilendirilen Ermeniler ve Anadolu Yunanlarına (Rum) isnat ediliyordu (3). Son yıllarda Kürtler ve Kürt milliyetçiliği  bölgedeki (yine özellikle Doğu Anadolu bölgesinde) şiddetin, reaksiyoner siyasetin ve ayrılıkçılığın kaynağı olarak daha fazla göze batmaktadır (4).

Fakat Kurtuluş Savaşı sırasında Güney Marmara’daki şiddet ve ayrılıkçılığı başlatan bu gruplardan hiçbiri değildi. Ayrıca Kuzeybatı Anadolu’nun bu bölgesindeki Kuva-yi Milliye Hareketi’ne karşı gerçekleşen isyan, Türkiye Cumhuriyeti tarihçilerinin ve yöneticilerininin tüm bu toplulukları vatan haini olarak yaftalamasına neden olmadı. Bunun yerine, bölgedeki toplumlar arası şiddet ve ayrılıkçılık, çağımız Türkiye’sinin kolektif tarih hafızasından silinmiş gibi görünmektedir.

Bu makalede Güney Marmara’daki bu kısa ayrılıkçı hareketin nedenleri ve birincil sonuçları incelenecektir (5). Bu yazının odak noktası 19. yüzyılın ortalarından beri Anadolu’nun bu bölgesinde yaşayan Kuzey Kafkasya diasporasının yaşadığı değişimdir. Ermeni ve Yunanlardan farklı olarak, Güney Marmara’daki Kuzey Kafkasyalıların büyük bir kısmı Sünni Müslüman’dır. Daha çarpıcı olan ise, Kuzey Kafkasyalıların (halk dilinde Çerkesler olarak bilinirler) tarihi olarak Osmanlı seçkinlerinin en yüksek rütbeli ve etkili üyeleri arasında sayılmasıdır (6). Fakat 1919 yılında Türk Kurtuluş Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber Güney Marmara’daki binlerce Kuzey Kafkasyalı, Mustafa Kemal’in Kuva-yi Milliye Kuvvetleri’ne karşı açık isyanla silaha sarıldılar. 1921 yılında, şu anki Bursa, Çanakkale, Kocaeli, Sakarya ve Balıkesir şehirlerinin Çerkez seçkinleri Woodrow Wilson’un On Dört Prensibi’ne dayanarak bölgede bir Yunan-Çerkez devleti kurulması için Avrupa’ya başvurmak amacıyla toplandılar.

Bu makale iki soruya yanıt bulmayı amaçlamaktadır. Birincisi, Anadolu’nun kıyısındaki Çerkezler Osmanlı sonrası devlete neden bu kadar sert şekilde sırt çevirdiler ve neden Yunan işgaline ve Batı müdahalesi ihtimaline sarıldılar? İkincisi, böylesi bir hareketin tarihsel ve güncel önemi nedir?


(*) Devam edecek


Bir Köyün Kentleşmesi Sürecinde Haydar Çavuş ve Bandırma’daki Vakfı (Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit MUTAF)

Bir Köyün Kentleşmesi Sürecinde
Haydar Çavuş ve Bandırma’daki Vakfı


Geçmiş tarihlerde küçük bir yerleşim yeri olması nedeniyle ‘köy’ olarak anılan bazı yerler zamanla gelişerek bugün önemli bir şehir veya kaza haline gelmişlerdir. Bu köylerin büyüyerek gelişmesinin en belirgin sebebi; siyasi, idari, coğrafi, ekonomik, asayiş vb faktörler sonucu meydana gelen nüfus hareketleridir. Ancak, artan nüfus paralelinde barınma, iaşe, sağlık, eğitim, ulaşım gibi problemleri ve ihtiyaçları da doğurur. Bu ihtiyaçların giderilmesini sağlayan tesisler, o yerleşim yerinin fiziki olarak da gelişmesini ve büyümesini sağlar.  Bu tesislerin bazısı kişilerce yapılırken, ticari getirisi olmayan veya büyük yatırım gerektiren ibadethane, imarethane, mektep-medrese, hamam vs gibi bazıları da Osmanlıda hayır sahiplerince ‘vakıf’ olarak kurulur ve işletilirdi. Diğer taraftan vakıf eserlerinin bir kısmı, o kentteki nüfus hareketlerinden çok daha önce ve ileriye dönük olarak inşa edildiği ve şehrin düzenli bir şekilde imar edilmesine katkıda bulunduğunun örnekleri de az değildir. Yerleşim yeri halkının süregiden günlük maddi hayatının yanında bu vakıf eserleri ve işletmeleri insanların manevi, sosyal, kültürel ve bilimsel hayatlarının da devamını sağlayarak, artan nüfusla birlikte cazibe merkezi haline gelen şehirde insanca ve de medeni bir hayat tarzının oluşmasına katkıda bulunmaktadır.

Bu bildiride Bandırma’nın köyden kasabaya daha sonra da kazaya dönüşümünde Haydar Çavuş vakfının rolü incelenecektir.

Vakfın Kurulmasından Önce Bandırma
‘Bandırma’ denince –kanaatimce- iki tane ‘Bandırma’dan bahsetmek gerekiyor: Biri köy (karye) olan Bandırma, diğeri ise Bandırma İskelesi. Bugün Batı Anadolu’nun önemli bir kazası olan Bandırma karyesi, yukarıda tarif ettiğimiz köy örneğine uyan bir yerleşim yeridir. Haydar Çavuş’un vakıf kurduğu tarih olan 1591’e kadar Bandırma idari taksimatta, Osmanlı tarafından bölgenin fethedilmesinden sonra uzun yıllar İstanbul’un Galata kazasının Kapıdağı nahiyesine bağlı bugünkü yerinden on-on beş dakika uzakta ve kuzey-doğuda[1] ve tepede- bir balıkçı köyüdür.[2] 1530 tarihinde padişah hassı olan Bandırma, Cemaat-i Ortakçıyan olarak 23 hane ve 21 mücerredden, Cemaat-i Zimmiyan olarak ise 22 hane ve 5 mücerredden yani yaklaşık 300-400 nüfustan oluşmaktadır.[3] Ortakçıların dini mensubiyetleri hakkında kesin bilgi yoksa da halkının bir kısmının gayr-i Müslim’dir. 1539 yılında idari olarak yine Galata kadılığına bağlı olan Bandırma Tapu Tahrir Defterinde Hüdavendigar Vilayetinde görev yapan Sancakbeyinin hassı olarak görülmektedir.[4]

Aynı tarihlerde Güney Marmara’yı İstanbul’a deniz yoluyla bağlayan üç limandan biri olan Bandırma iskelesi,  önem itibariyle Edincik ve Erdek’ten sonra gelmekteydi.[5] Şenol Çelik makalesinde 1579 tarihinde Bandırma iskelesinin 540.000 akçe iltizama verildiğini belirtmektedir. Bandırma iskelesinde ise burada görevli olanlar ikamet etmekte olabilirler.

Vakıf Kurucusu Haydar Çavuş Kimdir?
1591 (h. 999) tarihinde düzenlemiş olduğu iki adet vakfiyeden[6] anlaşıldığına göre; Bandırma’da inşa ettirdiği bir cami, muallim hane ve çeşme için vakıf kurarak gelirleri bu eserlere ve görevlilerine harcanmak üzere de, bir hamam, beş adet ev ve on beş adet de dükkan yaptıran; ayrıca çalıştırılmak ve geliri vakfa harcanmak üzere 200.000 dirhem veren Haydar Çavuş, -ikinci vakfiyeden anlaşıldığına göre- yine geliri vakfa harcanmak üzere Bandırma’da bir ev, iki adet bahçe, İstanbul’da halen oturduğu ev ve yine 12.000 dirhem bağışlamıştır.

Haydar Çavuş, İstanbul’da Divan-ı Hümayun’da çalışan ve burada alınan kararların uygulanması veya yerine ulaştırılması ile vazifeli[7] Dergah-ı Ali çavuşlarından olup –her ne kadar genelleme yapılması doğru olmasa da- babasının adının ‘Abdüddai’ olması sebebiyle kuvvetli bir ihtimalle devşirmedir. Diğer taraftan adının, Yeniçeri ocağının resmi tarikatı olan Bektaşilikçe çok değer verilen Hz. Ali’nin lakabı olan ‘Haydar’ olması ve kurduğu vakfın mütevelliliğine yine baba adı ‘Abdullah’, yani muhtemelen devşirme olan birini (Mehmed bin Abdullah) tayin etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Haydar Çavuş’un, -dergah-ı ali çavuşluğu görevinden önce- yeniçeri olduğunu destekleyen bilgileri yine vakfiyesindeki yeniçerilere olan vefasını açıkça ortaya koyduğu bazı ifadelerden öğreniyoruz: ‘…her sabah merhum Çorbacı[8] Hasan Bey ruhuna bir cüz Kuran okuna’ ve ‘her sabah bir cüz okuyup sevabını yeniçeri iken ölen Kurubaş ruhuna bağışlaya…’.

Bir İstanbul sakini olan Haydar Çavuş’un hayır eserleri yapacak ve nakit parayla birlikte araziler bağışlayacak kadar Bandırma sevgisi veya burayla olan ilgisinin kaynağı –süresi bilinmemekle beraber- burada bir süre yaşamış olmasıdır. Pars Tuğlacı –kaynak belirtmeden- onun II. Selim (1566-1574) tarafından buraya sürgüne gönderildiğini belirtir.[9] Bir süre Bandırma’da yaşadığı anlaşılan Haydar Çavuş vakfiyesini düzenlediği tarihte ise İstanbul’da Eyüp’te Servi mahallesinde oturmaktadır.[10] Diğer taraftan Çavuş Bandırma’da inşa ettirdiği camiin yanında ‘biri arsa içerisinde üç katlı ve diğeri de dışarıda çardaklı, bir tarafı cadde, bir tarafı sahil-i derya, bir tarafı hamam ve bir tarafı da cami ile mahdud ev’i vakfederken ölünceye kadar kendisinin oturmasını şart koşmuştur. Belki de daha önce bir süre bulunduğu Bandırma’da daha sonraları -her zaman değilse de- zaman zaman kalmaktaydı.

Kurduğu vakfın nezaret[11] görevinin kendisinden sonra çocuklarına ve onların çocuklarına verilmesini ve de Bandırma’da yaptırdığı –bazen kendisinin de oturduğu anlaşılan- evde kendisinden sonra çocuklarının oturmasını şart koşmasından Haydar Çavuş’un evli olduğu ve çocuklarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Eyüp Sultan mezarlığında medfundur.

Haydar Çavuş inançlı ve oldukça dindar bir kişi olmalı. Çünkü Kuran’dan cüzler ve sureler okunması üzerinde çok durmuş, ramazanda ve mübarek gecelerde kandil yakılmasını şart koşmuştur. İstanbul’un muhafazakar bir semti olarak bilinen Eyüp’te oturan Haydar Çavuş, ölünce de yine buraya defnedilmesinin yanında, türbedarının da dindar olmasını şart koşan Haydar Çavuş kabri başında da Kuran okunmasını istemiştir.

Dini hizmetlerle beraber camiin hemen yanına küçük çocuklar için de muallim hane yaptırıp eğitime de önem verdiğini gösteren Haydar Çavuş’un vakfında bir de sosyal hizmet veren hamam bulunmaktadır.

Vakfın Kuruluşu ve Kentleşmedeki Rolü
Vakfın kurulduğu tarihte Bandırma’nın bugünkü yerinde değil, ancak çok uzakta da olmayan bir balıkçı köyü olduğu anlaşılıyor. Vakfa ait bahçe içerisinde şadırvanlı bir cami, çeşme, yanında bir hamam, beş ev, on beş dükkan ve ayrıca yine cami yanında biri arsa içerisinde diğeri ise arsa dışındaki iki evden oluşan kompleks köye değil, denizin hemen kenarına ve çalışır vaziyetteki limana yapılmıştır. Burası, limanda çalışanların veya burasıyla ilgili işi olan az sayıda insanın oturduğu yerdir. Ayrıca Vakfa ait binaların arsasının oldukça fazla yer kapladığı düşülürse bu kadar boş alanın köy içerisinde bulunabilmesi de zaten zor görünüyor.

Haydar Çavuş’un yaptırdığı eserlerle deniz kenarında yeni bir yerleşim kurduğu ve özellikle dükkanlar nedeniyle de burada bir canlılık oluşturup köyün yukarıdan düzlüğe inmesini sağladığı anlaşılıyor. Nitekim başka şehirlerde de benzer örnekler bulunmaktadır. Mesela; Manisa’da şehir önceleri Spil dağının eteklerinde ve bir kısmı kale içinde bir kısmı da kale dışında idi. Şehri ele geçiren Saruhanoğullarının yaptırdığı Ulu Cami de hemen hemen yine aynı bölgeye inşa edilmiştir. Fakat Osmanlı döneminde 16. Yy da kendisi İstanbul’da yaşamış bir hanım sultan olan Yavuz Sultan Selim’in hanımı ve şehzade Kanuni’nin annesi Hafsa Sultan meşhur vakıf külliyesini dağın hemen bitimine ve şehrin bitişiğindeki ovaya inşa ettirmiştir. [12] Buradaki ibadethane ve diğer sosyal tesisler, etraflarında yeni bir yapılaşmanın oluşmasını sağlamasıyla şehir dağdan ovaya inmiştir.
Aynı gelişmenin burada da gerçekleştiği görülüyor. Haydar Çavuş vakfının camisi Müslüman halkı buraya çekerken, çocuklarına da eğitim imkanı sunmuştur. Hamam da dönemin temizlik ve sağlık tesisi olarak önemli bir tesistir. Lojman olarak kullanılan beş evin sakinlerinin aydın kişiler olması, buraya komşu olmayı cazip hale getirmiş olmalı. Ve diğer önemli etken de onbeş dükkandır. Liman olarak kullanılan bölgeyi ticari olarak da geliştirmiştir. Ayrıca Haydar Çavuş’un kredi olarak verilmek üzere vakfettiği 200.000 dirhem de buradaki ticaretin canlanmasını sağlayan finansal faktör olmuştur. Böylece bir balıkçı köyü, deniz kenarında daha modern dini, sosyal, ticaret ve eğitim aktivitelerinin bulunduğu, bunun yanında ekonomik ve coğrafi olarak daha da gelişmeye müsait bir yerleşim yerine dönüşmüştür. Bu gelişmeyi sağlayan faktörlerin en önemlisi İstanbullu Haydar Çavuş ve vakfıdır. Böylece bir vakıf eseri dini ve sosyal etkinin yanında şehirleşme açısından da önemli rol oynamıştır.   

Vakıf Sonrasında Bandırma
Vakfın kurulduğu tarihten 68 yıl sonra, 1659’da buraya gelen Evliya Çelebi Bandırma’dan; “dört cami ile on üç mescidi olan, ancak büyük medreseleri bulunmayan, binaların hepsi kiremitli ve süslü olan, pek çok hanı ve buralarda da sanatkarları çalışan ve yine Rum denizinde 700.000 akçe iltizamlık büyük bir ticaret iskelesi bulunan güzel bir şehir[13] olarak bahsetmesi buranın kısa sürede ne kadar geliştiğini göstermektedir.

Zamanla büyüyüp geliştiği anlaşılan Bandırma; 18. Yy belgelerinde ‘kasaba’[14], 1846 yılı Salnamesinde ise artık Hüdavendigar Vilayeti’nin Erdek Livası’na bağlı ‘Nevahi-i Bandırma’ adıyla bir nahiye olarak zikredilmekte olup bir müdür tarafından idare edilmektedir.[15] Bu durum 1878 yılına kadar devam etmiş ve bu tarihte ise Erdek’ten ayrılıp Karesi Sancağı’na bağlı ve kaymakam tarafından yönetilen bir kaza yapılmış ve bundan sonra da bu statüsünü devam ettirmiştir. 1890 yılında Müslüman ve gayr-i Müslim olarak genel nüfusu 32.827 olan Bandırma 1892’de 40.780, 1900’de 52.715 ve 1906 da ise 54.478 kişilik bir nüfusa ulaşmıştır. Kazanın merkez nüfusu ise 19. Yy sonlarında yaklaşık 10.000’dir. 1910 yılında ise 1. Sınıf kaza yapılmıştır.[16] Bugün ise kara, hava, deniz ve demir yolu ulaşımı olan vilayet olmaya aday büyük bir kazadır.

Sonuç olarak; İstanbul görmüş ileri görüşlü bir hayırsever ve onun kurduğu vakıf, hizmetleriyle hayır vesile olmanın yanında istikbal vadeden küçük bir yerleşim yerinin önemli ve modern bir kent olmasında öncü rol oynamıştır. Vakıf aracılığıyla yapılan yatırımlar, limanın ve civarındaki ticaretin canlandırması ile bölgeye bir nüfus hareketinin oluşmasını sağlamıştır. 

Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit MUTAF
_____________________
[1] İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), Karesi Vilayeti Tarihçesi, (Yay. Haz. Abdülmecit Mutaf), Balıkesir, 2000, s. 57.
[2] Pars Tuğlacı kaynak belirtmeden buranın bir balıkçı köyü olduğunu bildirmektedir. (Bakınız; Osmanlı Şehirleri,     İstanbul, 1985, s. 45.
[3] BOA, TD Nr. 166, s. 157.
[4] BOA TD. Nr. 198, s. 8.
[5] Şenol Çelik, “Evliya Çelebi’nin Bandırma, Aydıncık (Edincik) ve Erdek İle İlgili Verdiği Bilgiler ve Bunların Değeri”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt 15, sayı 28 (1 Aralık 2012), s. 68.
[6] 5787 No.lu Galata Şer’i ye Sicili, s. 123-125.
[7] DİB İslam Ansiklopedisi, cilt 9, s. 174 ve 192. M. Ali Ünal, Osmanlı Tarih Sözlüğü, İstanbul 2011, s. ?.
[8] Yeniçeri Ocağı’nın cemaat ortalarıyla Ağa bölükleri subaylarına verilen isim. (Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, İstanbul, 1986, s. 76.
[9] Tuğlacı, a.g.e., s. 46.
[10] Vakfiyede Servi mahallesinin bağlı olduğu kaza belirtilmemiş olsa da buranın Eyüp kazasında olduğu bilinmektedir. Ayrıca Haydar Çavuş, ölünce de Eyüp’teki mezarlığa defnedilmesini vasiyet etmiş olması da bunu desteklemektedir.
[11] Nezaret; Mütevellinin tasarruflarına nezret etmek üzere vakıf veya hakim tarafından tayin edilen kimse. (Ali Himmet Berki, Istılah ve Tabirler, Ankara, 1966, s. 44.)
[12] Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara, 1989, s. 95.
[13] Evliya Çelebi, Seyahatname, (Hazırlayanlar Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, İbrahim Sezgin), İstanbul, 2001, Cilt V, s. 149.
[14] BOA, A. DVN. Dosya No: 1250, Vesika no: 95 )1140.8.29).
[15] Abdulmecit Mutaf, Salnamelere Göre Karesi (1847-1922), Balıkesir 2003, s. 84.
[16] a.g.e. s.85.